Fantasia RPG
Hoş geldiniz!
Fantasia Rpg'ye üye olabilmek için, bir referansa ihtiyacınız var! Eğlenceye başlamanız için bir tanıdığınızın size kefil olması gerekiyor. Eğer Fantasia dünyasına katılmak istiyorsanız ve sitede referans alabileceğiniz bir üye tanımıyorsanız, Fantasia Dünyası'nın efendisi Dominus ile görüşüp şahsi referansını alabilirsiniz: jfr4ever@hotmail.com
Fantasia RPG
Hoş geldiniz!
Fantasia Rpg'ye üye olabilmek için, bir referansa ihtiyacınız var! Eğlenceye başlamanız için bir tanıdığınızın size kefil olması gerekiyor. Eğer Fantasia dünyasına katılmak istiyorsanız ve sitede referans alabileceğiniz bir üye tanımıyorsanız, Fantasia Dünyası'nın efendisi Dominus ile görüşüp şahsi referansını alabilirsiniz: jfr4ever@hotmail.com
Fantasia RPG
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Fantasia RPG

İyilerin iyi, kötülerin kötü olmadığı bir dünyada, benliğinizi koruyabilecek misiniz?
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Gezinti...

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Bernard Lapiere
Terra Öğrencisi / 1. Sınıf / Sınıf Başkanı
Terra Öğrencisi / 1. Sınıf / Sınıf Başkanı
Bernard Lapiere


Lakap : Rich, Fred.
Mesaj Sayısı : 45
Nume : 4790

Gezinti... Empty
MesajKonu: Gezinti...   Gezinti... Icon_minitimePtsi Mayıs 09, 2011 7:56 pm

Tüm ruhu, kapkaranlık bir girdabın içerisine düşmüşçesine savruluyor, parçalanıyor ve bir mum ateşi gibi titreye titreye de olsa, yeniden dirilmek için uğraşıyordu. Çok iş yapmış olan fakat bunu hiç belli etmeyen, pürüzsüz teninin üzerinde tek bir noktanın dahi olmaması, kendi kendisine cezp olmasına yetmişti. Elleri titremezdi hiçbir zaman, kelime dağarcığının akıl almaz genişliğiyle de mübalağa etmeyi bırakamazdı bu yaştan sonra. Her tarafından kibir doldurulmuş ve patlamaya hazır bir bombaydı o. Fikirlerine göre kendisi, bir Mesih’ti. Fransız aksanıyla ve kibriyle, daha birkaç ay önce yazmış olduğu “Şuan ki ahdin, Mesih’iydi o.”

Uzanmış olduğu, beyaz çarşafının üzerinde yeşilimsi bir tonda gayet şık bir yorganın bulunduğu yatak zindan katındaydı. İçerideki rutubet, burnuna gelen buram buram iksir kokusu onu rahatsız etmiyor değildi. Arada bir güneşin, sarı ışığı girmeye çalışsa da, minik pencerelerden, zemindeki su birikintilerinin üzerini azıcık parlatmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu bu çaba. Portrelerle, gotik tarzda dikilmiş, klişe ortaçağ okulu sütunlarıyla, nereden geldiği belli olmayan gümüşi bir ışık parlamasıyla, arada bir okul hademesinin, ceza zindanlarından gelen o korkunç fakat bir o kadar da garip kahkahası duyulmaktaydı.



Önce, usulca, hiçbir şekilde döşenmemiş olan zemine basmak için terliklerini getirdi yanına bin bir zorlukla. Demirliklerin ötesinde, kafasını bayağı bir yukarı kaldırarak görebildi yeni doğmakta olan güneşi. Ama umursamıyordu o bunu. Yaratmanın gizli sarhoşluğunda her şeyin yaprak açtığı, kaynadığı ve tohum verdiği ılık, tatlı, kokularla dolu bir ilkyaz havasını andıran sanat havasını solurken; ruhunu, duyulara karşı bir nefret ve kin, bir temizliğin ve sizliğin namusluluğuna olan susuzluk kaplıyordu. Ve bundan yalnızca bir sonuç çıktı: Birbirine karşıt eğilimler arasında sallanarak, buzdan bir maneviyatla kemirici bir şehvet arasında sendeleyerek, vicdan azabı içinde, öldürücü, olağandışı, serseri, şaşırtıcı, hovarda bir yaşam sürüyordu. Ve o, Aldrich, bundan tiksiniyordu.

Kimi zaman içinden, “Bu nasıl bir sapıtma! Nasıl olup da bu garip serüvenlere düştüm” diyordu. “Ne de olsa ben çok soylu bir safkanım, evsiz, damsız yeşil arabasıyla dolaşan bir Çingene değilim ya ben!” Ancak, ruhundaki kibir kabardıkça keskinleşen sanat duygusu zor beğenir, incelikli, güzelliklere vurgun bir niteliğe bürünüyor, bayağılıktan çabuk etkileniyor, sanat zevkiyle ilgili konularda olağanüstü duyarlı ve kuruntulu oluyordu. İlk kez tanındığında, sanat dünyasında beğeni ve sevgiyle karşılandı. Gülmeceyle acıdan edindiği bilgiyle dolu bir eser vermişti. Adı da; o bir zamanlar babasının yalnızca ona çıkışmak için kullandığı, ceviz ağacı, fıskiye ve denizle ilgili şiirlerinin altına yazdığı, kuzeyin ve güneyin seslerini birleştiren ve biraz yabancı koku serpili o kentsoylu adı, önemli nitelikteki yetenekleri belirten bir formül olmuştu. Acı ve derin deneyimlerine, zevkinin ince duyarlılığıyla mücadele durumunda olan, az görülür, inatçı, ün ve onur düşkünü ve büyük acılar pahasına olağanüstü eserler yazdıran bir çalışma; aşk da katılıyordu. Yaşamak için çalışan bir kimse gibi değil, yaşamak için yazmak isteyen bir kişi gibi çalışıyordu.

Yetenekleri bir toplum süsü olan; yoksulu ve zenginiyle, yabani ve kalender hâlleriyle, acayip boyun bağlarıyla dolaşan; her şeyden önce karamsa, depresyondaki bir sanatçı gibi yaşamayı düşünen; iyi eserlerin ancak kötü yaşam koşullarının zorlamasıyla ortaya çıktığını ve yaşayan adamın çalışmadığını, tam bir yaratıcı olmak için ölmek gerektiğini bilmeyen herkesi küçümsüyor ve onları aşağılayarak sessiz, kapalı ve gizli çalışıyordu.

Yazdıkları her zaman sadece kendisine tahsis ettiği masanın üzerinde dururdu, bakan herkes yazıları orada görebilirdi. Toplansa orta büyüklükte bir roman edebilecek kadar kalın yazılardı bunlar. Kapları karmakarışık resimlenmiş, kahve süzgecine benzer bir kâğıda basılmıştı. Sözcükleri gotik kiliselere benziyordu. Birçok yazısı; düşünce üzerineydi. Bir kısmı ise, çağdaş ötesi salonlarda, zengin kadınların yatak odalarında geçiyordu. Odalar ve salonlar: goblen halılar, eski biçim mobilyalar, değerli porselenler, pahalı kumaşlar ve her biri bir sanat başeseri olan biblolarla doluydu. Kitapta her eşyanın betimlenmesine çokça önem verilmişti.

İşte tam o sırada, ellerini dizlerinin arasında birleştirmiş, başını eğmiş, vücudunu ileriye doğru uzatmış o garip mahlûkatlarla dalga geçmeye vurdu işi. Yatakhanenin şimal köşesinde, emsali görülmemiş ve yine sadece kendisine tahsis edilmiş olan piyanonun başına oturdu genç büyücü. Beyaz, sıra sıra incimsi taşlar gibi uzanmış olan piyano tuşlarının üzerinde duran, muhteşem bir asortik görüntü sergileyen piyanosunu okşadı önce. Ardından da, bir şef edasıyla, çömdü koltuğa. Önce insana acı veren bir ağırlıkta, her figür arasında uzunca duraklamalar yaparak çaldı. Özleyiş motifi, sabahın ayazında, yalnızlık ve şaşkınlıkla yavaşça dile geliyor, soruyordu. Bir sessizlik ve bekleyiş… Sonra cevap veriliyor, aynı ürkek ve yalnız ezgi. Fakat daha açık ve daha nazlı! Sonra yeni bir sessizlik… Ve yavaş, üstün bir sforzatoyla kalkınan özlem ve aşk motifi başlıyor, büyülü bir biçimde kavuşmaya dek yükseliyor, insana müthiş bir zevk veren, keyif aşılayan notalar sıkışıyor araya ve müthiş bir parlamaya dek yükseliyor, yavaşlıyor, çözülüyor ve çello sesine benzer bir tonla devam ediliyordu parçaya.

Genç elemental, oldukça başarıyla muhteşem piyanoya kendi muhteşemliğini de katıyordu. Çok dikkatli bir çalışı vardı, gerekli yerlerde duruyor, kutsal bir şey karşısında bir din adamının duyduğu saygıya benzer bir duyguyla bütün notaların hakkını vererek çalıyordu. Ne oluyordu? İki güç, iki birbirinden ayrı varlık, istek ve coşkunlukla birbirlerine yaklaşıyorlardı. Uvertür yükseldi e alçaldı. Adam parçayı bitirdi fakat gözü hala piyanosundaydı.

O sırada, üç beş köhne kafalı, yardakçı Terra kamplısının can sıkıntıları son haddini bulmuş, yüzleri kırışmış, gözleri yuvalarından fırlamış, korkunç bir görünüm almıştı. Ayrıca, bu müzik onun mide sinirlerine dokunuyor, güç işleyen midesini daha da acınacak hale getiriyordu. Ama gitmesi gerekiyordu şimdi, kütüphaneye gidip araştırma yapmalıydı.

Son kez, şabalak bir maymundan daha da komik gözüken, tanrının yanlışlıkla dünyaya gönderdiği mahlûkatlara bir kez daha bakmaktan alamadı kendisini. Ardından, üzerindeki, parlayan, yılan tonundaki yeşilimsi cübbesiyle, kendi binası tarafından işgal edilmiş olan, zindan katının, dönen, barok tarzdaki merdivenleri koşar adımlarla çıktı. Attığı her adımda, gözleri kamaşıyordu çünkü hem görmek isteyip, hem de kendisine acı veren, o sabah güneşi, o mutluluk işareti olan güneşin ışıkları gittikçe çoğalıyordu. Öyle ki, mutluluk denilen şey ona acı vermekten başka hiçbir işe yaramayan, garip, sefil, aciz, adaletsiz bir şeydi. O, üzerinden kağnı geçip, su yüzüne çıkamayacak kadar çirkin olan bir bahtsıza benziyordu. Yakışıklıydı, istediğini elde ediyordu ama… Ama içindeki o şevk hiç bitmiyordu. Öyle ki bütün gün, bütün saatler, bütün dakikalar onun için yetersizdi, hayatta en sevdiği işi yapması için.(!)

Kütüphaneye gitti ve tozlu, puslu kitaplara daldı. Kütüphaneciye verdiği ileride sadece başlangıç sınıflarının okuyabileceği kitaplardan aldı ve okumaya koyuldu. Kafası rahattı ve cebinde ufak votkası duruyordu. Kütüphane de, ölüm sessizliğine bürünmüştü. Herkes bir yerlerdeydi galiba.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Gezinti...
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Fantasia RPG :: Magia Adası ve Büyü Okulu :: Ana Kampüs :: Kütüphane-
Buraya geçin: